Darüşşafaka Eğitim Kurumları tarafından düzenlenen “19. Hişt Hişt Genç Sait Faik Öykü Yarışması”nda Levent Yerleşkesi öğrencimiz Damla Deniz Demirkaya (11D), “Zalim Mart” adlı öyküsüyle ikincilik ödülünün sahibi oldu.
Yarışmanın ödül töreni 22 Mayıs Perşembe günü Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nda gerçekleşti. Yazdığı öyküsüyle Sait Faik’in edebi mirasına yakışır bir duyarlılık sergileyen Damla Deniz Demirkaya (11D), karakterlerinin iç dünyasını incelikle işleyerek okurlarını düşündürürken duygulandırmayı da başardı. Bu yönüyle, jüri üyeleri tarafından hem özgün dili hem de güçlü anlatımıyla takdir topladı.
Öğrencimizin “Zalim Mart” adlı öyküsünün tam metni;
ZALİM MART
Karşımdaki ceylan gözler bana baktı, ben onlara baktım. Dakikalarca süzdüm önümdeki simayı. Çatlamış dudaklarını, cılız saçını, ürkek gözlerin altındaki mor lekeleri. Ne aradığımı sorsalar söyleyemem ama bulamadığımı biliyorum.
Aynayı ortasından kıran kara çatlağa baktım. Camı bölen çapraz bir yarık, etrafında dallanan küçük kesikler. Sanki kırılıp kırılmamaya karar verememiş, yarı yolda takılı kalmış gibi bir hali vardı aynanın. Yerde tuz buz olacakmış da son anda bütün kalması gerektiğini hatırlamış gibi. Kırıkların çarpık yansımasına kaydı gözlerim. Evet, halinden anlayabiliyordum.
Yüzümü tekrar inceledim, bu sefer o biçimsiz yansımada. Belki de çatlak dudakların köşesinde bir tebessüm, yorgun gözlerin içinde bir parıltı, çökük yanakların üstünde bir allık arıyordum. Renk arıyordum belki de, bir melodinin ilk notaları, bir başlangıç veya bitiş. Sokakta esen rüzgârı ve gökyüzünü boyayan güneşi.
Her ne arıyorduysam ne yıpranmış dudakların köşesinde, ne de o ürkek gözlerde buldum.
Kendimden bir şey çalındığı hissinden kurtulamıyorum. Hayati, yeri doldurulamaz bir şey. Yapımın o kadar başlıca bir tuğlası ki elimden alınana kadar kaybedilebileceğini hayal dahi etmemiştim.
Hırsız ise özgürce dolaşıyordu sokakta, kaba elleri temiz. Çıkarken kapıyı öyle bir çarpmıştı ki evin duvarları inlemiş, zavallı ayna savurmuştu kendini boyası soyulan duvara.
Aramızda başka bir benzerlik. İkimiz de aynı fail tarafından kırılmıştık.
Ama onun kırılgan şeylere karşı her zaman bir vurdumduymazlığı olmuştur.
En sevdiğim kadehin ellerinde parçalanışı hâlâ aklımda, tanışalı daha iki hafta olmuş. Mert’in hediyesiydi, çocukluk arkadaşım. Ne kadar pişman görünmüştü sonra. Dudaklarından dökülen özürlerin hesabı yok. ‘Kaza’ demişti, ‘insanlık hatası’. ‘Neden daha iyi sarmadın incecik kadehi?’
Belki o zamandan anlamalıydım. Ağır elli adamlar ağır kaderler getirir.
Oysaki ne yumuşak başlamıştı. Masama bırakılan güller, dilinden dökülen şiirler, terk edilmiş çatılarda randevular. Ağzıma tek bir damla sürmeden sarhoş olmuştum.
Henüz bilmiyordum o zaman, benden alacaklarını ve bende bırakacaklarını. Toz pembe hayallerin ayazda nasıl rüzgâra karıştığını. Bilmiyordum yüzümü okşayan meltemin ne kadar çabuk buz kesebileceğini.
Onun da havadan farkı yoktu. Bir an çiçek kokan bir esinti, diğeri dost tanımayan bir kasırga. Bitmeyen bir mart ayıydı o.
Kaç günümü gelişigüzel afetlerini takip ederek geçirmiştim?
Komşum yağmur yağacağını kalçasındaki ağrıdan anladığını söylerdi. Ben de öyle bilirdim gelecek fırtınayı. Kaşlarındaki çatışı, çenesindeki gerginliği görmeden önce dahi kemiklerimde hissederdim.
Koridordaki ayak seslerinden anlamıştım bir gece; kapıyı çalmasından, eşikten attığı ilk adımdan önce. Göğsüme bir taş oturdu, tanıdık bir kasvet omuzlarımda yer edindi. Bir an için odama koşmayı, hasta numarası yapmayı düşündüm, ama ben karar vermeden içeri girmişti bile. Kapıyı arkasından yavaşça kapattı, odanın her köşesine şöyle bir baktı ve en sonunda gözlerini bana doğrulttu. Eğer gelecekleri o zamana kadar bilmiyorduysam şimdi emindim.
Gözlerindeki sertlik saatler sürecek bir kavga söz veriyordu.
Bulutların toplanışını izliyordum, is kadar kara.
Bir süre konuşmadı, yumuşak adımlarla bana doğru ilerledi.
‘İhsan seni sahilde biriyle otururken görmüş’, sesi fısıldarcasına alçak.
Sakinliğinin ne kadar kandırıcı bir oyun olduğunu haftalar önce öğrenmiştim. Bu hale geldiğinde çıra gibi olurdu, en ufak bir kıvılcım ve ikimizi de ateş verir, dizgin tanımazdı.
“Öykü ile oturuyorduk işte!” diye cevap verdi cılız bir ses.
“Öykü?” kaşlarından birini kaldırdı, “Onun hakkında konuşmuştuk hani? Kaç yıllık arkadaşım, bir kahve içip kalktık.”
“Benim niye haberim olmadı? Anlaşmadık mı biz? Nereye gittiğini bilmem gerekiyordu hani?” Yumuşak başlayan sesi sona doğru duvarlardan yükseldi. Tavana çarptı, başımın üzerine parça parça düştü.
Ona söylemekten çekinmiştim nereye gittiğimi. Belki de göndermeyeceğini biliyordum. Arkadaşlarımdan hiç hazzetmezdi. Bana ne kadar yakınlarsa onun için o kadar şüpheli idiler.
Cevap vermedim, ben sessiz kaldıkça onun sesi yükseldi.
Söyledikleri bir kulağımdan girdi, diğerinden çıktı. Aynı kavgayı kaç kere yaşamıştık? Aynı cümleleri yeni küfürler ile bana kaç kere bağırmıştı?
Bir iki kere ağzımı açmaya kalkıştım ama kelimeler boğazımda takıldı, taş kesildi. Zamanla bağırışları dindi, gözleri suratıma kaydı. Sureti bir an yumuşadı. Aramızdaki mesafeyi iki adımda geçti, ellerini yavaşça omuzlarıma koydu.
Yanaklarımın ıslak olduğunu fark ettim. Kapı eşiğinde kırık seramik parçaları duruyordu. Hangi vazoyu kurban etmişti yine?
Uzun uzun özür diledi. Yanaklarıma tüy gibi öpücükler kondurdu, kulağıma aşk dizeleri fısıldadı. “Maksat senin iyiliğin…” dedi şefkatli bir sesle. “Ben çevreye güvenmiyorum. Ya başına bir şey gelirse! Kahrolurum.”
Bu günler sonrası gökyüzü bir süre açardı. Ellerimdeki seramik kesiklerini nazik dudaklarla öperdi. İltifatlarını özgürce dillendirir, kapıma taze çiçekler bırakır, bulutsuz gecelerde yürüyüşe çıkarırdı beni. Arkamda kalan harabeyi unutur, parlayan gün ışığının tadını çıkarırdım. Bir sonraki yağışa kadar.
Yavaş yavaş olmuştu. Ağır Ağır. Akıntı altında kalan kaya aşındığını ne zaman fark eder?
Günler haftalara, haftalar aylara aktı. Gözlerimi kapattım, açtım. Sevdiğim kıyafetleri giymeyi bırakmışım. Kapattım, açtım; Öykü’yü göreli aylar olmuş. Kapattım, açtım; arkadaşlarım nerede?
Bir yıl içinde kasveti dost edindim. Her gece beraber içtik ve her sabah beraber ağladık. Ayağımı yere basamadım, rüzgârda savruldum. Ne giydiğim, ne yediğim, nereye gittiğim; hepsi bir savaş cephesi ve benim mermim yok. Ateş etmeden teslim oldum.
Neden vazgeçmedim?
İnsanlar neden sigara içer?
Zehirle flörtleşmenin cezbedici tarafları var. Seni yıkan şeylerin yaptığı bir bağımlılık. Eğer ateş hattından çıkmazsan hasarla yüzleşmene gerek kalmaz.
Titrek ellerime baktım, deri kemik kalmış bedenime. ‘Nefes almak nedir hatırlamıyorum,’ diye düşündüm bir an. ‘Ciğerlerim duman ile dikilmiş.’
Aynadaki kıza baktım, ve gözlerinin kızardığını gördüm. Parlak bir öfke bir an beni esir aldı. Benden bir şey çalınmıştı, yapısal bir şey. Sadece zamanım, gururum, özgürlüğüm değildi benden alınan.
Yıldızlara baktığımda yüzümdeki tebessüm alınmıştı elimden.
Yeni açan bir tomurcuğa duyduğum hayret, yemek yaparken dudaklarımdan eksik olmayan mırıltı, katıla katıla kahkaha atmaktan sonra gelen karın ağrısı.
Ruh çalınmıştı benden.
Masada titreyen ellerimin durulmasını izledim. Bakışımı tekrar çarpık aynaya kaldırdım.
Bu sefer buluştuğum gözlerde bir haşinlik vardı. Kendisine ait bir fırtına.
Yavaşça doğruldum, omuzlarımı geriye verdim, çenemi kaldırdım. Kapı eşiğine doğru adım attım ve çatlamış ahşap üzerinde ellerimi gezdirdim. Emin parmaklar sürgüye doğru uzandı ve keskin bir ses ile kilidi kapattı.
“Temiz hava solumak istiyorum.” diye düşündüm. Yaz istiyorum.
Damla Deniz Demirkaya’nın (11D)